Tental azabı diye
Mitolojide yer alan bir azap biçimi vardır. (Zeus’un oğlu Tentalos, Olimpos
tanrıları tarafından cezalandırılır. Tentalos’u Hades'in göllerinden birine
yerleştirirler. Çenesine kadar suyun içindedir ama içmeye kalktığında su
çekiliyor ve sadece üzerine bastığı zemin kalıyordur. Ayrıca başının üzerinde
binbir çeşit meyve asılıdır ama o elini her uzatışında çıkan bir yel dalları
savurarak meyveleri ondan uzaklaştırır. Ona verilen, kuru bir boğaz ve aç karınla
sonsuza dek yiyecek içeceğin içinde yaşama cezası "Tantalos
işkencesi" diye anılır.) İşte o azabı o günkü haline tercih eden,
sevgilisinden ayrı kalmaktansa bu işkenceyi çekmenin daha az ızdırap vereceğini
söyleyen kişi Orhan Veli’den başkası değildir.
Monogam şair, 36 yıllık hayatının son 10
senesini Nahit hanıma sonsuz bir bağlılıkla geçirmiş. Geç bunları anam babam
geç bunları diyen bu tatlı adam Nahit hanımdan vazgeçememiştir. Aşk’ın
Piraye’sini Vera’sını Karadut’unu her türlü halini okusak da sadece bir insana
karşı duyulan, tüm zorluklara rağmen istikrarla devam eden bu muhteşem sevgiyi,
aşkı, saygıyı, sadakati, böylesi naif, sabırlı ve güzel sevgiyi anlatmaya benim
kelimelerim yetmeyebilir. Boğaziçi denince aklımıza ‘’Boğaziçinde bir Garip
Orhan Veli, İstanbul aşığı Orhan Veli gelse de, gerçeğinde Orhan Veli Ankara’daki sevgiliye
böyle seslenir ‘’Benim için güzel şehir çirkin şehir diye bir şey yok. Sadece
senin bulunduğun şehir ve senin bulunmadığın şehir diye bir şey var’’ Parasızlıktan,
sevgilisinin yanına gidemeyen ve hatta bazen mektup yollayacak durumu bile
olmayan Orhan Veli böyle yakarır ‘’ Daha uzun zaman birbirimizi görmeden
yaşamaya mahkum olduğumuzu düşünmenin ne biçim bir şey olduğunu tasavvur
edebiliyor musun? Kaderleri ta başlangıçta ayrılmış, her biri ayrı birer kıtada
kalmış iki eski sevgilinin ömürlerinin sonunda birbirinden haber alması gibi.
Sen bundaki acılığı duymuyor musun? Ben çok duyuyorum. İradelerimiz bundan
ileriye geçemiyor demek. Ne zayıf mahluklarmışız…’’ Bir aşkı iki kişilik
yaşamış şair; beklentisiz, sonsuz bir sabır, sonsuz bir muhabbetle, hem de çok
az görerek ve de tüm kusurlarını severek… ‘’Günümüzdeki gibi sosyal medya
hesapları sayesinde, haberleşmek bu kadar kolay olsaydı böyle uzun sürer miydi
bu sevgi? Daha hızlı tüketmezler miydi?’’ diye de sormadan edemiyorum, o da
başka bir yazı konusu tabi…
Nedense her Nisan beni bu güzel havalar mahvetti
diye içimden geçirir, gökyüzüne Dalgacı Mahmut maviye boyamış mı? diye bakarım,
Aşiyan’dan geçerken öldüğünde cebinde
bulunan, fakat yarım kalan Aşkın Resmi Geçit’ini mırıldanır selamımı verip
geçerim… Hayatımıza kattığı şiirlere ve Türkçemize kattıklarına bir saygı
duruşudur… Nisan’dır benim için Orhan Veli doğduğu aya minnet ederim.
Çoğumuz bilmeyebiliriz ama sadece 36 yıllık
kısacık yaşamında, çocukluğumuzdan itibaren bize dokunmuştur. La’ Fontaine
masallarını Türkçe’ye çevirerek.
Öldüğünde cebinde sadece 28 kuruş olan şair bu kadar yokluğa rağmen dik
bir duruş sergileyerek Anti-demokratik hava nedeniyle önce Ankara Ptt Genel
Müdürlüğünden, sonradan atanan ‘‘okumayı’’ sevmeyen o zamanın Milli Eğitim
bakanı yüzünden de Meb Tercüme bürosundan istifa etmiştir. Ve bir mektubunda
bunu açıkça dile getirmiştir. ‘’Tercüme bürosunu, kabine kurar gibi yeniden
teşkil edeceklermiş. Mesele bir insanın gidip yerine başkasının gelme meselesi
olsa bu hadiseyi hiç mühimsemem. Ama değil! Değişiklik, bir zihniyet
değişikliği. Göreceksin Maarif teşkilatını pek kısa zamanda bir faşist
teşkilatı haline gelecektir’’. Tarihin tekerrürden ibaret pek tabi.
Eski
köprüleri atarak yeni şiire sayfa açtı, hece, aruz ölçülerini kullanmayı
reddetti. Kafiyeyi ilkel, mecaz, teşbih, mübalağa gibi edebi sanatları
“gereksiz” buldu. Bu yenilikçi tavrı nedeniyle
onu anlayamayan dar kafalıların tepkisini çekti. Oysa sadece Sabahattin
Eyüpoğlu’nun dediği gibi ‘O’ Türkçeyi insanca söylemesini biliyordu.’’
Hatta Cemal Süreya, Orhan Veli’nin kısa yaşamı
içinde ona karşı ne kadar “ilkel” davranıldığını anlatırken; “Yıllarca
onun girişimlerine dudak bükenlerin, onunla eğlenenlerin, o girişimi
değerlendirmeleri, içlerine sindirmeleri için bir hafta çok kısa bir süre değil
mi acaba?”
‘’Aslında bu “yeni”
olan her şeye karşı muhafazakâr toplumların geleneksel kadersizliği!’’ demişti…
Kasım 1950’de Ankara’daydı, ince yapılı genç
adam, aklına ve dilinin ucuna sözcükleri yüklemiş, yolda yürürken belediyenin
açmış olduğu çukuru görmedi ve düştü. Başından yaralandı aldırmadı, çünkü
sevdiği kadın İstanbul’daydı oraya döndü ve yemek yerken olduğu yerde yığılıp
kaldı. 14 Kasım’da hastaneye gittiklerinde yanlış teşhis koydular oysa beyin
kanaması geçiriyordu… O gece hayata gözlerini yumdu 36 yaşındaydı. Yüreğinde
sevdiği kadın ve cebinde 28 kuruş vardı.
Ve o
günden bu yana görüyoruz ki Türkiye’de değişen pek bir şey yok. 2013 14
Kasım’da 11 yaşındaki bir çocuk belediyenin
açtığı çukura düşüp ölüyor. Yine çalıştığımız iş yerlerinde Anti- demokratik
havayla karşı karşıya geliyoruz, geçim derdi çekiyoruz, işsiz kalıyoruz… Sonra ne
mi oluyor? Yaşarken haksızlık yaptığınız, adaletsiz davrandığımız kör ölüyor
badem gözlü oluyor… Bu devirde bazen o da olmuyor da neyse…
Orhan Veli’yi bize hatırlatacak pek çok şey
vardır. Onun zengin dili, genç kalemi, hınzır bakışı, dalga geçişi, hüzünlendiren,
coşkuya boğan dizeleri bizimle hala…
İyi ki Doğdun Güzel Adam!
VAGON DERGİ NİSAN SAYISI Nesrin Karyaldız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder